top of page
  • Yazarın fotoğrafıMelih Taşcı

Atlıkarınca

Merhaba sevgili okurlarım, bu anlatacağım ilk hikâye olacak. Bu yüzden hikâyemi anlatmadan önce size kendimi tanıtmam daha iyi olacaktır.


İki katlı, şehirden uzak evimizde bir çeşit prenses hayatı yaşıyordum. Büyükbabam bana Prenses diye seslenirdi, bu yüzden hikâyelerim boyunca kendimden Prenses, olarak bahsedeceğim.


Bu hikâyede henüz bir yetişkin değildim, hatta birçoğunuzun olmadığı kadar küçüktüm. Küçüklüğüm her ne kadar garip olsa da şimdiye baktığımızda o zaman neysem şimdi de oyum diyebiliyorum, bunun sebebi ise muhakkak ailem.

Ailem, sevgili okurlarım, diğer ailelerden farklıydı -aslında bir aile bile denemezdi- buna rağmen iyi bir çocukluk geçirdim. İstediğim şeyler -genellikle- yerine getirilirdi. Benden daha büyük yaşlarda olan iki erkek kardeşim olmasına rağmen en küçük olarak benim sözüm geçerdi. Annem bunun nedeninin benim ailedeki tek kız çocuğu olmam olduğunu düşünse de babam kardeşlerim arasında aklı başında olan tek kişinin ben olduğumu biliyordu. Aklı başında derken sevgili okurlarım, gayet ciddiydim. İki kardeşim de zihinsel engelliydi ve onlarla zar zor anlaşıyordum. Onlara bir şey anlatmak için tıpkı bir bebeğe anlatıyormuş gibi her şeyi beş kez tekrarlamanız gerekiyordu. Bu da babamı bir süreden sonra umutsuzluğa itmişti, çocuklarının ergenlik yaşının çoktan geçmesine rağmen bir bebek gibi davranması hiçbir babanın istemeyeceği bir şeydi sonuçta. Ancak büyükbabam onları da severdi, kendisi büyümekten ve yaşlanmaktan şikâyetçiydi ve ağabeylerimin hiç yaşlanmayacağını düşünüyordu.


Bir salı sabahı babam aile gezintisine çıkacağımızı söyledi. Annem pikniğe gitmek istiyordu, büyükbabam ise -midesini doldurmanın peşinde- ava çıkmak istiyordu. Benden büyük olan iki erkek kardeşim sadece “Gezinti! Gezinti!” diye bağırıyor, etraflarına nereye giderlerse gitsinler mutlu olacaklarını gösteren bir gülümsemeyle annemin sinirlerini bozuyorlardı. Babamın ise bir isteği yoktu, o sadece bizi düşünürdü. En çok da beni. Bu yüzden öylece dudaklarıma bakıyordu, ben de onu fazla bekletmeden atlıkarıncaya binmek istediğimi söyledim. Atlıkarıncayı bir filmde görmüştüm ve dönen bir atın üstüne oturma fikri benim küçük kafamda bir takıntı haline gelmişti. Annem ilk başta buna karşı çıksa da, lunaparkın piknik yerine yakın olması onu ikna etmeye yetmişti.

Ve sevgili okurlarım, o salı sabahı gerçekten de festival alanına uğradık. Ama işler pek beklediğim gibi gitmedi. Festival alanı tamamen sönük ve cansızdı. Işıkları yanmıyordu ve çalışan haricinde insan bile yoktu. Oradaki görevlilerle konuşan babamın anlattığına göre festival alanı sadece akşamları açılıyormuş, bu yüzden oraya girmek için beklememiz gerekiyormuş. Babam içeri girmede diretse de annemin piknik isyanı karşısında pek şansı olmadı, günü geçirmek için piknik alanına gitmeye ve dönüşte de festival alanına uğramaya karar verildi.

Piknik başlangıçta tam da tahmin ettiğim gibi sıkıcı geçiyordu, neredeyse tüm günümü atlıkarıncayı bekleyerek geçireceğimi düşünüyordum. Derken arabanın bagajından çıkarmış olduğu iki büyük kalibre tüfekle büyükbabam çıkıverdi, babamı dinlememişti ve av sezonu dışında avcılık yapmak için yanıp tutuşuyordu. Ben de ağabeylerim ile onun peşinden gittim, böylece biraz zaman geçirebilmeyi umuyordum. Büyükbabam, iki ağabeyimin eline birer tüfek tutuşturdu ve peşinden gelmelerini istedi. Ben her ne kadar bu işe sıcak bakmasam da küçük yaşımın getirdiği özgüvenle onların av macerasına katıldım. Bu garip Av sırasında başımıza türlü olay geldi ancak bu başka bir hikâyenin konusu.

Avdan döndüğümüzde yemeğe çok geç kalmıştık. Ben hariç herkes avda karnını doyurduğundan bunu fark etmemişlerdi. Babam ve büyükbabamın kısa kavgasının ardından saat ilerlemişti. Festival alanına doğru ilerledik. Festival alanı sabah olduğundan çok daha ihtişamlıydı, ışıklar parlıyordu ve fazla yüksek olmayan müzik sesi kulakta iyi bir tını bırakıyordu. Tabi ben bunlardan hiçbirisini hatırlamıyorum, o geceye dair hatırladığım tek şey atlıkarıncaydı. O şeye binmeyi her şeyden çok istiyordum.

Atlıkarıncanın önünde hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir sıra vardı ama ben yine de beklemeye kararlıydım. Bu kadar yaklaşmışken geri dönemezdim. Biz bekledik ancak sıra neredeyse hiç azalmadı. Bazı kendini akıllı zanneden çocuklar iki, bazen üç defa bindiğinden sıra hiç akmıyordu. Derken ağabeylerimin midesi bulanmaya başladı, annem ve babam nedenini anlamasalar da büyükbabam ve ben bunun avda olanlardan olduğunu biliyorduk. Büyükbabam da aynı şeyi yemiş olmasına rağmen karnı ağrımıyordu, bu da bana büyükbabamın bu konuda deneyimli olduğunu düşündürdü. Kardeşlerimin karın ağrısı şiddetlendikçe annemin buradan ayrılma isteği güçleniyordu. Sonunda dayanamadı ve çığlık attı.


“Xxxxxxxxxx gidiyoruz!” gibi bir şeydi söylediği. Tabi babam onu dinlemedi, bu atlıkarıncayı ne kadar istediğimi ve onu elde edemezsem ağabeylerimin burada yaptığından daha büyük bir yaygara çıkaracağımı biliyordu. Anneme bizi alıp sırayı terk etmesini söylediğinde kahrolmuştum. Babamın vazgeçmesi düşünebileceğim son şeydi. Ancak olan buydu, annem ve büyükbabamın peşinden sıradan ayrıldım. Bizim yerimizi dolduran ailelerin şeytani gülümsemeleri hala aklımdadır. Arabaya ulaştığımızda babam anahtarı çevirdi ve arabayı çalıştırdı. Ama hiç ilerlemedik, biraz bile… Annem daha ne olduğunu soramadan babam arabayı durdurdu. Bize arabada kalmamızı söyledi. Biz de öyle yaptık. Babam arabanın bagajından bir şeyler çıkardı ve atlıkarıncaya doğru yürüdü. Sonra bir takım sesler duyduk ve ışıklar gördük. Sesler panayır eğlencesi olmayacak kadar gürültülüydü ve ışık ise saliselik boşluklarla yanıp sönüyordu. Bu kesinlikle babamın yaptığı bir şeydi. Gürültü seslerinin yerini inlemeler bıraktığında ben korkmuş ve arabanın koltuğuna sinmiştim. Arabanın kapısı açıldığında korkudan çığlık atacaktım. Gelen babamdı, üzeri kana bulanmıştı ve bana gülümsüyordu. Beni kucağına aldı ve atlıkarıncaya doğru ilerledi. Eskiden sıranın olduğu yerde, yerde uzanan, kana bulanmış cesetler duruyordu şimdi. Babam cesetlere basmamak için adımlarını dikkatlice atıyordu. Atlıkarıncayı durdurdu ve bana hangi atı istediğimi sordu. Seçtiğim at beyaz bir attı. En azından eskiden öyleydi. Şuan ise üstünde yatan çocuğun kanlarına bulanmıştı. Babam çocuğu yavaşça itekledi ve boşalan ata beni oturttu. Çok heyecanlanmıştım, o plastik at bana gerçek gibi gelmişti. Sonra atlıkarınca çalıştı ve müzik eşliğinde tek başıma döndüm. At, üstüne isabet eden yüksek kalibre mermilerden olsa gerek arada bir aksıyordu ama bu benim gibi ilk kez atlıkarıncaya binen biri için önemsizdi. Zaten bir daha da atlıkarıncaya binmedim. Tatmin olduğuma kanaat getirdiğimde babamın beni almasını istedim. O da öyle yaptı. Arabaya döndükten sonra annem ve büyükbabamın üstümüze bulaşan kanları gördüğündeki yüz ifadelerini hala hatırlarım.

Nihayetinde, sevgili okurlarım. Eve döndüğümüzde sıcak bir duş aldım ve babama bana yeni bir mont almasını söyledim. Annemin, eve geldiğimizden bu yana kusmakta olan ağabeylerime bağırmasını duymazlıktan gelerek atlıkarıncayı düşündüm.

O gün belki en sevdiğim montum kana bulanmıştı, belki karnım hiç olmadığı kadar aç kalmıştı ama çok mutlu olmuştum. Çünkü istediğime ulaşmıştım. Bu da bana mutlu olmak için sadece isteklerimin peşinden koşmam gerektiğini öğretti.

38 görüntüleme0 yorum

İlgili Yazılar

Hepsini Gör

Hayal

Comments


bottom of page