top of page
  • Yazarın fotoğrafıCan Kilercioğlu

Krallar Kötüydü, Politikacılarsa Daha Kötü

İnsan davranışının incelenmesinde en ayırt edici özellik eylem kavramıdır. ‘’İnsan eylemi en basit şekliyle bilinçli bir davranış olarak tanımlanır’’ (Rothbard, 2009, s.1). İnsan, eyleminin sonuçlarının getirisinden bağımsız olarak, yaptığı eylemlerde daha az tatminkâr durumu daha tatminkâr bir durumla yer değiştirmek ister. Bu sebeple her insandan kendi koşullarını iyileştirmesi beklenmelidir.


‘’Eylemin nihai amacı, daima, eylemde bulunan insanın bazı arzularını tatmin etmektir. Hiç kimsenin eylemde bulunan insanın değer yargılarını kendi değer yargılarıyla ikame etmesi söz konusu olmadığı için, diğer insanların irade ve amaçları hakkında değer yargılarında bulunmak nafile bir iştir’’ (Mises, 2008, s.21). İnsanlar amaçlarına ulaşabilmek için şu 2 yöntemle hareket ederler: Barışçıl veya saldırgan. Barışçıl hareketler; bir insanın diğerlerine karşı şiddet uygulamadan anlaşması, mübadeleye girmesi veya ticaret yapması olarak karşımıza çıkar. Buna karşılık şiddet içeren hareketler hürriyetinden alıkoyma, hırsızlık, yağma gibi başkasının bedenine veya malına zarar verici hareketlerdir. Devletin olduğu bir toplumda bu tür şiddete başvuranlar ya suçlu ya da devlet olarak adlandırılacaktır. Saldırgan hareketler diğer insanlar tarafından yapıldığında cezalandırılırken, devlet hukuk ve güvenlik görevlerini tek başına üstlendiğinden, kendi saldırgan davranışlarından dolayı yaptırıma uğramayacaktır. -Burada bir parantez açmak gerekir ki, devlet belirli topraklar üzerinde temel olarak hukuk ve güvenlik görevlerini üstlenmiş tekel olarak tanımlanabilir. Tekel olmasından kaynaklı olarak piyasaya giriş yasaktır. Bu sebeple her tekelden beklenildiği gibi, tekel imtiyazını sahip olarak üstlendiği görevleri olabilecek en pahalı ve yine olabilecek en düşük kalitede vermesi beklenmelidir.


Daha kötüsü devlet, diğer tekellerden farklı olarak gelirini barışçıl yollardan değil de zor kullanarak, vergiyle sağlar. Bu yüzden devlet, herhangi bir mal üretimi yapan tekelden çok daha kötü bir hizmet kalitesine sahiptir.- Gerçekten de devlet her ne kadar kendi egemenliği altındaki insanların canına karşı barışçıl da olsa, gelirini vergilendirmeyle yani tek taraflı ve zor kullanarak yaptığı için doğası gereği saldırgan bir kurumdur. ‘’Devlet ise özel mülkiyetin yağmalanmasının yasal, düzenli ve sistematik bir kanalını sağlar; o toplumdaki asalak zümreye garantili, güvenli ve nispeten barışçı cankurtaran halatı sunar’’ (Rothbard, 2019, s.89). Bu sebeple devletin yönetimine yer alan her kişi, diğer insanlar gibi amaçlı eylemlerde bulunur ve bu amacı da mevcut durumunu daha iyi bir durumla değiştirmektir. Fakat bu kişiler, diğer insanlara kıyasla daha ayrıcalıkla bir duruma sahiptir. Onlar yasal olarak şiddet kullanma tekeline sahiptirler. O halde durumlarını daha iyi hale getirmek için şiddet kullanmak zorundalardır. Yasal olarak şiddet kullanılmadığı halde devlet yetkisinden söz edilemeyecek ve halkın çoğunluğu gibi gelirini ticaretle sağlamak zorunda olacaklardır.


Şu durumda anlamamız gerekir ki her devlet doğası gereği diğer insanların mülkiyetine saldırmak zorundadır. Saldırganlığı arttığı sürece devlet yetkililerin durumu da bir o kadar iyi hale gelecektir. Belirtmem gerekir ki bahsettiğim saldırganlık eline balyoz alan birinin önüne gelen her şeyi kırıp yıkması anlamına gelmez. Devlet, tekel imtiyazını kullanarak, hâkim olduğu topraklar üzerindeki insanların üretiminden pay alarak vergilendirmesini yapar. Bunu yapması devlet için bir zorunluluktur. Bir şeyin vergilendirilmesi için önce bir şeyin üretilmesi gerekir. Üretilmeyen bir şey üstünden vergi alınamaz veya o şey kamulaştırılamaz. Bu yüzden devlet, yasal yağmasını yapabilmesi için önce üretime izin vermelidir. Aksi halde üretim olmazsa, vergilendirme de olamayacaktır. Ya da komünist-sosyalist idealde olduğu gibi her şeyi kamulaştırırsa, artık yağmalanacak bir şey kalmadığından üretim duracak ve toplum da çökecektir. Son tahlilde devlet, vergilendirme yapılabilmek için öncelikle özel mülkiyet temelinde üretime izin vermelidir. İkinci olarak vergiler üstünden yaşayan sınıfı, yani kraliyet ailesi, bürokrat veya memur sınıfını, üretim yapan kesime karşı her zaman zayıf tutmalıdır.


Şuraya kadar anlattıklarımdan anlaşılıyor ki devlet ve toplum arasında bir çatışma vardır. Fakat çatışmanın galibi hükmen devlet olmak zorundadır. Lysander Spooner’ın fark ettiği gibi, ‘’Eğer bir adamın parası, onun rızası dışında sözde bir devlet tarafından alınabiliyorsa, diğer hakları da parasıyla beraber alınacaktır’’. Devlet tek taraflı olarak isteklerini dayattığı, vergi aldığı, hukuk ve güvenlik hizmetlerinde kendi kendine tekel imtiyazı sağladığı için, anayasası veya kanunları nasıl olursa olsun saldırgan; özel mülkiyetin tabi olduğu kâr ve zarara tabi olamayacağı için de koyacağı her kural keyfi olacaktır. Bu sebeple de verdiği hizmetler kalitesiz ve sürekli artan fiyatta olacaktır. Yeri bu yazı olmamakla beraber, anarko-kapitalist düşünürler devletin hukuk ve güvenlik tekelinden kurtulunabileceğini, yine hukuk ve güvenlik hizmetlerinin kâr ve zarara tabi barışçıl şirketlerce yerine getirilebileceğini savunmaktadırlar. ‘’…hukuk, devlet tarafından üretilme zorunluluğu posta ya da savunma hizmetinden daha fazla olmayan bir değerli maldır. Devlet, aynen hayatın dini ve iktisadi alanlarından ayrılabildiği gibi, yasa yapma işinden de ayrılabilir. …hizmetlerinin kalitesinin, piyasada istihdam edilecek özel, rekabetçi, serbest piyasa mahkemeleri ve yargıçları tarafından takip edilip özel durumlara uyarlanabilir.’’ (Rothbard, 2019, ss.242-243).


Her ne kadar durum böyle olsa da devletin varlığı bir gerçekliktir ve devletle toplum arasındaki çatışmayı dengelemek için teoriler geliştirilmiştir. Bu teorilerden günümüzde en yaygın olanı ve pratikte de uygulananı demokrasidir. Demokrasiyle beraber mutlak monarşiler, meşruti monarşilere dönmüş ve soylu sınıf sadece sembolik yetkilere sahip hale gelmiştir. Benzer şekilde monarşilerin yıkıldığı yerlerde de cumhuriyetler ortaya çıkmıştır ve soylu sınıf tamamen yok edilmiştir. Günün sonundaysa artık soylu sınıflar var olsa bile yetkisiz kişilere dönüştürülmüştür.

Günümüzdeki gelişmelere baktığımızda yüzyıllar öncesine göre hayat şartları çok daha iyi durumdadır. ‘’Eğer bir şahsın geliri günde 1 dolardan az ise, biz genellikle bunu mutlak fakirlik olarak tanımlarız. 1820’de dünya nüfusunun %85’i …günde 1dolarla geçinmekteydi. 1950’de bu rakam %50’nin biraz altına, 1980’de ise %31’e düştü’’ (Norberg, 2019, s.34). Fakat birden çok olay aynı anda gerçekleşebilir. Bu olayların sebep sonuç ilişkisi içinde olup olmadığını, zamanı geri alıp aynı şartlar altında deney-gözlem yaparak bilemeyeceğimize göre, sebep sonuç ilişkisini görmek için kullanmamız gereken yöntem mantıktır. O halde burada sorulması gereken soru şudur: Bu ilerleme demokrasi sayesinde mi oldu, yoksa demokrasiye rağmen mi oldu?


Ana akım görüşe göre evet ve demokrasi şu ana kadar sahip olduğumuz en iyi sistem. Fakat demokrasilerin işleyişi aynı şeyi söylemiyor. Mutlak monarşilere kıyasla çok daha kısa süre tecrübesini yaşadığımız demokrasi hiç olmadığı kadar devlet şiddetinin artmasına ve devletin genişlemesine sebep oldu. Altın standardının yerini merkez bankalarının bastığı kağıt para, özel ve serbest eğitimin yerini zorunlu eğitim ve kamu okulları, vakıf ve derneklerin gönüllü yardımları yerine devletin silah zoruyla el koyduğu sözde yardımlar alırken; devlet ekonomiye de dahil olarak yüksek vergiler, iş güvencesi, kâr güvencesi, ruhsatlandırma, üye olması zorunlu meslek odaları, asgari ücret, taban ve tavan fiyat uygulamaları, faizsiz kredi ve devlet işletmelerinin uygulama oranı arttı. Gelişmemiş ülkelerde piyasa regülasyonları binlerce sayfayı bulurken, gelişmiş ülkelerde bu sayı on binlere çıktı. İnsanlar, en küçük ve basit işlerde bile devletin regülasyonlarından kaçamaz hale geldi. Örneğin bir insanı para karşılığı taşımak için dahi devletten ruhsat alınması gerekiyor artık.


Benzer şekilde başka bir insanın saçını kesmek için açılan berber dükkanı dahi devletin istediği gereksinimleri karşılaması, ruhsat alması, meslek odasına üye olması ve yine devletin o işyerine koyduğu regülasyonlara uyması gerekiyor. Bütün bunların olmasının önünü açansa, demokrasiyle beraber soygunu yapma işinin artık ayrıcalıklı bir ailenin değil de bütün topluma geçmesidir. Mutlak monarşilerde yasal soyguna dahil olmak için kraliyet ailesine kan bağıyla bağlı olmak gerekirken, demokrasilerde yasal soygunu yapma işi seçilebildiği takdirde herkese tanınmıştır. Soygundan pay almak isteyen her kişi gerekli lobiyi yaparak ya kendi düşüncelerini başkasına dayatmak ya da rakiplerini piyasadan elemek için hukuk gücünü kullanır duruma gelmiştir. ‘’Hukukun da kendi amacından sapabileceği, yani mülkiyet hakkını korumak bir yana onu ihlal edebileceği düşüncesi toplumda kabul gördüğü sürece herkes, ya kendisini soyguna karşı korumak ya da kendisi soyguna katılmak için yasa yapımına iştirak edecektir. …Mademki hukukun güç kullanarak organize edebileceği tek şey adalettir, o halde işgücü, sosyal yardım, tarım, ticaret, endüstri, eğitim, sanat ve din gibi insan faaliyetlerini organize etmeye yönelik güç kullanma düşüncesini meşrulaştırmak mümkün değildir. Bu faaliyetlerden herhangi birinin yasayla düzenlenmesi ve örgütlenmesi, zorunlu olarak temel örgütün yani adaletin tahrip edilmesine yol açar.’’ (Bastiat, 2017, s.25). Bu tahribatın temelinde yatan şey mutlak monarşinin ayrıcalıklı bir özel mülkiyete dayanmasıyken, demokrasinin kamu mülkiyetine dayanmasıdır.


Demokrasi sık sık seçimlerin varlığıyla özdeşleştirilse de, demokrasinin varlığının tek şartı seçimler değildir. Her ne kadar herkesin anlaşmaya vardığı bir demokrasi tanımı olmasa da şu şartlar demokrasinin varlığını gösterir: ‘’Etkin siyasal makamlar seçimle iş başına gelmelidir, seçimler düzenli aralıklarla tekrarlanmalıdır, seçimler serbest olmalıdır, birden çok siyasal parti var olmalıdır, muhalefetin iktidar olma şansı mevcut olmalıdır, temel kamu hakları tanınmış ve güvence altına alınmış olmalıdır’’ (Gözler, 2018, ss.86-87). Monarşilerin aksine demokrasilerde devlet yönetimi artık düzenli aralıklarla seçilen politikacılara kalmıştır. Buradan anlayabiliriz ki devlet kaynaklarının kullanımı artık seçimle başa gelenler tarafından kullanılmaktadır. Bu durum özel mülkiyete ters düşer. Çünkü özel mülkiyet doğası gereği dışlayıcıdır. Sahibi dışındaki kişilerin yararlanmasından uzak tutma özelliğine sahiptir. Yine özel mülkiyetin bir getirisi olarak mülk gelecek nesillere devredilebilirdir. Kamu mülkiyeti ise teoride herkese ait(!) fakat pratikte sahipsiz mallardır. Kimsenin kamu malı üzerinde bireysel çıkarı olmadığı için, o malın iyileştirilmesi, uygun bir şekilde kullanılması ve gelecek nesillere aktarılması kimsenin umurunda değildir. Ayrıca kamu mülkiyetinin kullanımı, özel mülkiyet gibi dışlanabilir değildir. Kamu mülkiyetinin bu özellikleri onu sahipsiz olmaya, kötü kullanıma ve yağmalanmaya açık bir mal haline getirir. Demokrasi ise temelde devlet yönetiminde kamu mülkiyeti, yani bir mülkiyetsizlik halidir. Bu da onu her kamu malında olduğu gibi yağmalanmaya açık bir mal haline getirir.


Buna karşılık mutlak monarşilerde kral ve ailesi, ülke kaynaklarının kullanımını diğer vatandaşlara kıyasla daha ayrıcalıklı bir özel mülkiyette tutar. Özel bir hükümet sahibi, tahmin edilebileceği gibi toplam servetini, yani mülkünün bugünkü değerini ve mevcut gelirini maksimize etmeye çalışacaktır. Bu haliyle kral ev sahibine benzerken, politikacılar ise kiracıya benzerdir. Kral evini özel mülkiyetinde tuttuğu için evin kâr ve zararını kendisi üstlenir. Her insanın amaçlı davranışı kendi konumunu daha iyi hale getirmek olduğu için kraldan kendi mülkiyetinde olan devleti daha iyi hale getirmesi ve gelirleri artırması beklenmelidir. Ayrıca kralın ev sahibi olması, onu vatana ihanet suçundan mahrum tutar çünkü devlet onun özel mülkiyetindedir ve istediği gibi tasarruf edebilir. ‘’Padişah, vatana hıyanet suçunun faili olamaz. …vatan padişahın mülkü, teb’a da ailesi gibi mütalaa edilir. Vatan elden giderse, padişahlık biteceğinden; bir insanın kendi mülküne ve ailesine hıyanet edeceği hukuken tasavvur olunamaz’’ (Ekinci, 2019, s.245). Buna karşılık politikacılar o evde kiracılardır. Evdeki eşyaları istediği gibi kullanma imkânları vardır fakat iktidar süresi dolduğu zaman evi terk etmek zorundadırlar. Şu durumda politikacılar her insan davranışında olduğu gibi kendi durumlarını daha iyi duruma getirmek için yapmaları gereken şey o evdeki eşyaları kendi amaçları doğrultusunda kullanmaktır. Daha kötüsü bu eşyalar kamu mülkiyetinde olduğu için sahipsiz mallardır. Bu durumda politikacılardan beklenen şu olmalıdır ki iktidar süresi dolmadan evi olabildiğince yağmalamalıdırlar. Aksi halde devlet yönetiminin getirdiği yasal yağma imkânı sona erecek ve kiradan çıktığı gibi artık başkasının mülkiyetine el atamayacağı için gelirini yasal yağmaya göre daha zor bir durum olan ticaretle sağlamak zorunda kalacaktır.


Bu sebeple politikacılar aynı küçük yaştaki çocuklar gibi elindeki malı olabildiğince hızlı tüketme eğiliminde olacaktır. Böylelikle vergiler hızlı bir şekilde artacak ve tasarruflar hızlı bir şekilde eriyecektir. Evin kâr ve zararı kendi üzerlerine kalmayacağı için, evin kamu mülkiyetindeki mallarını, kendi özel mülkiyetine geçirmekle uğraşacaklardır. Yine aynı sebepten ötürü evin gelecekteki durumu onları ilgilendirmeyecektir. Eğer evdeki bütün eşyaları yağmalamış olsa bile bu eyleminin sonucunu kendisi değil, halk ödeyecektir. Buna karşılık krallar özel mülkiyetinden başkalarını dışlayabildiği ve mülkünü gelecek nesillere aktarabileceği için malını tüketmekten kaçınacaktır. Buna göre bir özel hükümet sahibi, gelecekteki kazanç potansiyelini düşürmemek için tebaasını sömürmekten kaçınmak isteyecektir. Çünkü eğer şimdi vergileri artırmazsa, gelecekte aynı oranda vergiyle toplamda çok daha fazla gelir elde edebilecektir. Kişisel mülkiyetinin değerini korumak veya hatta muhtemelen artırmak için, sistematik olarak sömürü politikalarında kendini sınırlayacaktır. Bir insanın kendi malına zarar vermesi hayat pratiğiyle uyuşmaz. Hiç kimse iflas etmek için bir iş yeri kurmaz. Aksine kâr etmek için açar. O halde anlık zevklerin peşinde koşan çocuklar gibi davranan politikacıların aksine kral, bir yetişkin gibi malının sadece bugünkü değeriyle değil, aynı zamanda gelecekteki ve daha sonrasında alt soyuna geçecek değeriyle de ilgilenir. Böylelikle kraldan tasarruf yapması ve devletin zenginliğini artırması beklenmelidir.


Şunu kabul etmek gerekir ki bir insan kötü veya iyi biri olabilir. Bu mülkiyet şeklinden bağımsız bir durumdur. Kral, şanslı bir şekilde kraliyet ailesinde doğduğu için kraldır. Gerçekten de onu yönetici yapan ana vasıf tesadüfen içinde doğduğu ailedir. Bu durum onun kötü veya iyi biri olduğu hakkında hiçbir bilgi vermez. Fakat demokrasiyle beraber yönetici olmak için şanslı bir şekilde doğmak yetmemektedir. Seçimlere tabi olunduğundan, başkalarının mülkiyetine el atmak isteyen herkes yasal yağmaya ortak olabilir. Bu yağmanın şiddetini daha da üst boyutlara taşır. Böylelikle başkalarının mülkiyetine el atmak isteyen, en az ahlaki çekinceye sahip kişiler devlette görev almaya ve en yetkili kişiler olmaya meyledeceklerdir. Seçimler bize şunu garanti eder ki sadece en ahlaksız, kötü karakterli fakat bir o kadar da iyi demagoglar başbakan veya cumhurbaşkanı olabilir. Daha kötüsü, seçimler artık başkasının mülkiyetine el koymayı sıradanlaştıracaktır. Demagoglar hırsızlığı en iyi ve hoş görünen yalanlarla, örneğin devletin fakirlere yardım ettiği söylemek gibi, maskelemek zorundadır. Diğer insanların mülkiyetini arzuladığını belirtmek, demokrasiye dayanarak meşru hale gelir.


Demokrasi altında herkes potansiyel tehlike teşkil eder. Tek başına hareket ettiğinde ahlaksızlık ve hırsızlık olarak görülecek davranışlar, devlet desteğiyle diğer insanların mülkiyetine yönelik arzunun popülerliği hızlıca güçlenecektir. Demokrasiyle beraber herkese seçilebildiği takdirde başkasının mülkiyeti üstünde istediği gibi tasarruf etme, eğer seçilemezse de başkasının mülkiyetinin nasıl alınabileceği hakkında düşünce belirtme imkânı tanınmıştır. Demokrasi deneyimlerinde önce, 1800 yıllarda Bastiat’ın yazdığı gibi (2017): ‘’Hukuki soygunun daha önce de belirttiğim açgözlülük ve sahte bir yardımseverlik olmak üzere iki ana kaynağı vardır. …yasallaşmış bir soygundan kazançlı çıkan insanlar soygun fiilinden sorumlu tutulamazlar. Bunun sorumlusu hukuk, kanun yapıcı ve toplumun kendisidir, işin siyasi tehlikesi de buradadır’’ (s.33). Demokrasiyle beraber en güvenli görünen özel mülkiyet dahi, insanların başkalarının mülkiyetini yeniden dağıtma isteğine karşı çok fazla direnemeyecektir. ‘’Yasal soygun çeşitli şekillerde yapılır. Çünkü soygunu organize eden plan ve programlar çok çeşitlidir. Gümrük vergileri, tarife dışı korumalar, sübvansiyonlar, teşvikler, artan oranlı vergiler, devlet okulları, iş güvencesi, kâr güvencesi, asgari ücret, faizsiz kredi, yoksullara yardım vb. İşte yasal soyguna vücut veren tüm bu plan ve programlar son tahlilde sosyalizmi oluşturur’’ (Bastiat, 2017, s.28). Seçimlere tabi olunduğundan, başkalarının mülkiyetine el atmak isteyen, en az ahlaki çekinceye sahip kişiler, çoğunluğun çekingen hırsızlık talebini yerine getirecek olan demogoglar, devlette görev almaya ve en yetkili kişiler olmaya meyledeceklerdir. Böylelikle demokrasi ‘’milli irade’’ ve ‘’hukuk’’ adı altında herkesin herkesi soyduğu bir sistemi oluşturur. ‘’ Bastiat, yasal yağmanın oy hakkının yayılmasıyla birlikte toplumdaki tüm çıkar gruplarına sirayet edeceğini ve organize hale geleceğini belirtir. Bu sistem öncesi hırsızlık sayılan ve küçük bir grup tarafından yapılan davranışlar artık hukuk aracılığıyla ve toplumun büyük çoğunluğu tarafından yapılmaya başlanacaktır. Bu sayede hırsızlık bir yandan meşrulaşırken diğer yandan da çoğunluğun aynı suçu birlikte işlemeleri sebebiyle sıradanlaşır’’ (Kalkan, 2016, s.168).


Demokrasinin sebep olduğu bu soygun, devletin mülkiyeti özel mülkiyete geçmediği sürece durdurulabilir ve yavaşlatılabilir değildir. Vergi gelirinin milli gelire oranı Fransa’da 1870’ten 2007’ye %516, İsveç’te 1880’den 2007’ye %590, İngiltere’de ise benzer tarihlerden 2007’ye %388 artmıştır. Devlet borcu 2020 yılında ABD’de 26.70 trilyon$, İngiltere de 2.1 trilyon$, Japonya’da 13 trilyon$, Türkiye’de ise 198.73 milyar $’dır. Bu borçlanmalar ise kralın sahip olduğu özel mülkiyetten değil, kamu mülkiyeti tarafından ödenmektedir. Yani politikacılar halkın sahip olduğu parayı kendileri kullanıp, üstüne ettiği zararı da halka karşılatmaktadır. Görülmektedir ki devletler dünya üstünde görülebilecek en büyük soygunculara dönüşmüştür. Hiçbir dolandırıcı bu kadar yüklü bir miktar parayı güvenli bir şekilde başkasından alamaz. Örnek vermek gerekirse Tosuncuk lakaplı Mehmet Aydın, Çiftlik Bank aracılığıyla 1.319.000.000 TL ile Türkiye tarihinde yapılmış en büyük dolandırıcılıklardan birine imza atmıştır. Fakat dolandırdığı bu miktar, devletin zararıyla karşılaştırıldığında devede kulak bile olmayacak bir paradır. Bu sebeple parasına ve mülkiyetinin güvende olmasını isteyen her kimse, devlet yerine, soygunu yasa dışı yollarla yapan kişiler tarafından dolandırılmayı tercih etmelidir. Kendilerini neo-liberal olarak adlandıran veya başkası tarafından öyle adlandırılan politikacılar bile özel mülkiyete saygı göstermemiştir. Buna verilebilecek en güzel örnek, sözde serbest piyasacı Thatcher’dır. ‘’Maalesef yerel vergi durumu Thatcher rejiminin ortak özelliğidir. Thatcherlık Reagancılığa çok benzemektedir: serbest piyasa söylemi devletçi özelliğini maskelemektedir. Thatcher bazı özelleştirmelere kalkıştıysa da, hükümet harcamaları ve vergilerin GSYİH içindeki oranı onun dönemi boyunca artmıştır ve para enflasyonu şimdi fiyat enflasyonunu yol açmaktadır. …Bana öyle geliyor ki bir rejimin serbest piyasa yanlısı olmasının minimum kriteri onun toplam harcamayı, genel vergi oranlarını ve gelirleri azaltması ve enflasyona yol açıcı para üretmeyi durdurması gerektirecektir. Bu ılımlı kıstasa dayanarak bile onlarca yıldır hiçbir İngiliz veya Amerikan hükümeti bu vasfı kazanmaya yaklaşamamaktadır’’ (Rothbard, 2012, s.201). Benzer şekilde neo-liberal olarak adlandırılan Reagan’ın da sicili aynıdır. ‘’Gerçekten de Reagan’ın ortaya çıkışından önce 1980’den 1991’e kadar federal hükümet gelirleri %103,1 arttı. Bunun adına her şey denebilir, fakat bir vergi indirimi denemez. Bu büyük bir vergi artışıdır. Fakat öyleyse bütçe açıkları neden bu kadar arttı? Çünkü federal harcamalar bu dönem esnasında daha fazla (%117,1) artmıştır. Kısaca problem hem vergilerin hem de harcamaların –harcamalar daha hızlı- artmasıdır…’’ (Rothbard, 2012, s.102).


Bütün bunlara karşılık mutlak monarşilerde kral, devleti doğrudan özel mülkiyetinde tutacağı için devletin kâr ve zararı onu doğrudan ilgilendirir. Bu yüzden kendi mülkiyetini zarar sokması beklenmemelidir. Her ne kadar kral, devleti özel mülkiyetinde bulundursa da bu özel mülkiyeti halkın vergilendirilmesinden kazandığı için hala halkın zararına olacak bir sömürü devam etmektedir. Fakat demokraside herkes başkasının mülkiyetinden pay alırken, monarşide bu ayrıcalık küçük bir aileye tanınmıştır. Bu durum sömürünün şiddetini azaltır. Çünkü halk bilir ki, kral özel mülkiyetinden yararlanma hakkını ailesine dahil olmayanlardan dışlayacaktır. ‘’Hükümete girme ve bireysel hükümdar ve ailesinin -kral ve soylular olarak- münhasır statüsüne ilişkin bu kısıtlamalar nedeniyle, özel hükümet mülkiyetiyle yönetilen kamuoyunda açık bir sınıf bilincinin gelişimini teşvik eder ve hükümetin vergilendirme gücünün herhangi bir şekilde genişletilmesine karşı muhalefeti ve direnci teşvik eder. Az sayıdaki yönetici ile birçok yönetilen arasında kesin bir ayrım vardır ve bir kişinin bir sınıftan diğerine geçme riski veya şansı çok azdır veya hiç yoktur’’ (Hoppe, 2007, s.21). Bu sebeple halkın vergilendirmeden pay alma şansı hiç yok denecek kadar azdır. Pay almayı deneyen lobiciler kralın özel mülkiyeti tarafından dışlanacaktır çünkü kral mülkiyetinin getirisini başkalarıyla paylaşmak istemeyecektir. Katı sınıf geçişi sebebiyle kral, yeniden dağıtım araçlarını kullanacağı zaman diğer insanların tepkisiyle karşılaşacaktır. Birinin mülkiyetini alıp diğerine verdiğinde utanılması gereken ahlaksız bir hareket yapmış olduğu düşünülecektir. Bu sebeple kral, başkalarının mülkiyetine el atmakta isteksiz olacaktır. Tam tersine, demokrasilerde ise başkasının malına el atmamak tercih edilmeyen bir durum haline gelecektir. Başkasının mülkiyetini yağmalamayacak kişilerin demokrasilerde seçilme şansı yoktur. Vergi artırmayan, sosyal yardımları kesen, teşvik ve sübvansiyon vermeyen, regülasyon yapmayan veya para basmamayı vaat edeni kısaca başkasının mülkiyetine saygı gösterecek kişilere demokrasilerde yer yoktur. Bu kötü olan durumu daha da kötüleştirecektir.


Kötü ve ülkesine zarar veren krallar 2 taraflı bir baskıya karşılaşırlar. Bir taraftan yönetimden memnun olmayan halk, yönetimi barışçıl yönden değiştiremeyeceği için mecburen krala karşı isyan etmek zorunda kalacaktır. Diğer taraftansa kralın kendi ailesine mensup diğer kişiler tarafından tahta geçebilmek için onun zayıflığından yararlanarak suikast gerçekleştirilmesi ihtimali vardır. Tarih bize suikaste uğrayan kralların hiç de az olmadığını gösteriyor. Hatta bu suikast Fatih Sultan Mehmet tarafından daha da geriye çekilip, tahta geçebilmek için kraliyet ailesinin erkek üyelerinin diğer erkek üyelerini genç yaşta öldürmesine yol açmıştır. ‘’…tahta çıkmak müyesser olan şehzade, nizamı alem için kardeşlerini öldürebilecektir. Böylece şehzadeler, arkalarına taraftar toplayarak birbirleriyle mücadele etmeyecekler; bu sayede devletin dirliği ve milletin birliği korunmuş olacaktı’’ (Ekinci, 2019, s.235). Şu durumda kral ne kadar iyi olursa olsun, özellikle kendi ailesinin üyeleri tarafından öldürülme riski bulunmaktadır. Buna karşılık demokrasi sayesinde başa geçen kötü ve tehlikeli insanlar, ülkeyi ne kadar kötü yönetirlerse yönetsinler, krallara göre nadiren suikaste uğramışlardır.


Buraya kadar olan iddiamda şunu belirtmem gerekir ki mutlak monarşi ve demokrasi arasındaki fark, kuvvetler birliği veya kuvvetler ayrılığı değildir. İki yönetimi birbirinden ayıran özellik: Mutlak monarşinin devlet yönetiminde ayrıcalıklı bir özel mülkiyet sağlamasıyken; demokrasinin devlet yönetiminde kamu mülkiyetine izin vermesidir. Bir özel mülkiyet sahibi, malının üstünde tam hakimiyete sahip olduğundan, kralın yasama, yürütme ve yargı erkini tek başına (teoride kuvvetler birliği varken, pratikte kuvvetler ayrılığı gözükebilir ve sosyal düzenin işleyebilmesi için gözükmelidir de) kullanması doğaldır. Fakat ülkeyi kamu mülkiyetinde kullanan kiracı-politikacılar, kendi mülklerini değil, başkasının mülkünü kullandıklarından, o mal üstünde tam hakimiyete sahip olmaları ve malın göreceği zararı üstlenmemeleri halinde, o mal tamamen bir yağma objesine dönüşür. Politikacıların mal üstünde tam hakimiyete sahip olmaması için de kuvvetler ayrılığının sağlanması şarttır. Bu sebeple demokrasi, devlet yönetiminde kamu mülkiyetine sahip olduğundan, o malın kullanımı politikacılar açısından olabildiğince sınırlı tutulmalıdır. Eğer demokrasilerde kuvvetler birliği denenirse, kamu mülkiyeti üstünde tam bir yetkiye sahip olan politikacı onu tahrip edecektir. Özetle, mutlak monarşi ve demokrasi arasındaki fark, devlet yönetimindeki mülkiyet farkıdır. Bu ana ayrımı göz ardı edilip, demokrasilerde kuvvetler birliğinin denenmesi, mutlak monarşilerdeki gibi sonuç doğurmayacağından, hırsızlığın tahrip boyutu, halkın üretmesine izin vermeyecek kadar yüksek boyutlara taşınır.


Toparlamak gerekirse, yazının başında sorduğum ‘’Bugünkü zenginliğimizin kaynağı demokrasi midir?’’ sorusunun cevabı açıkça "hayır"dır. Önceki yüzyıllara göre maddi refahın artması devlet, vergi ve demokrasiye rağmen olmuştur. Özel mülkiyete sahip halk maddi refahı ileriye doğru taşırken, devlet monarşide daha zayıf, demokrasideyse güçlü bir şekilde üretken kaynakları tüketmektedir. ‘’Rus tipi sosyalizm ile karşılaştırıldığında her ne kadar iyi gibi görünse de sosyal demokrat tipi sosyalizm, kapitalizmde olacaklarla karşılaştırıldığında, yatırımlarda ve dolayısıyla gelecekteki servette ister istemez bir azalmaya neden olur. Üretimden gelen gelirin bir kısmını, bu kısım ne kadar küçük olursa olsun, sahip-üreticinin elinden alıp, söz konusu üretim ile hiç ilgisi olmayan kişilere vermek, üretim maliyetini artırır… üretim ve servetin mutlak seviyesi artıyor olmasına rağmen, nispeten daha az üretim ve yatırım olur’’ (Hoppe, 2016, s.78). Yasal yağmanın seçilebildiği takdirde bütün topluma tanınması, devletin gücünü sınırlandırmak bir kenara, hiç olmadığı kadar artırır. Kamu mülkiyetine, daha doğrusu sahipsiz bir mülkiyete geçecek olan devlet yönetimi, yağmalama aracı haline gelecektir. Buna karşılık devleti; vergilendirme yetkisine sahip, diğer vatandaşlara kıyasla daha ayrıcalıklı bir özel mülkiyete sahip kral, tabiri caizse ev sahibi olacağından, evinin değerini artırmayı hedefleyecektir. Kimsenin kendi malına zarar vermesi pratik hayatla bağdaşmayacağı için kralın da ülkeye yüksek oranda zarar vermesi beklenmemelidir.


Ayrıca devlet yönetimine giriş katı bir sınıf farkıyla ayrılacağından, halk vergilendirmeye karşı çok daha fazla tepki gösterecektir. Bununla beraber çokça yaygın olan kraliyet ailesinin üyelerinin birbirlerini öldürmesi, kralın kendini hiçbir zaman halkla ters konuma düşmemeye itecektir. Gerçekten mutlak monarşiye kıyasla kısa bir süre tecrübe ettiğimiz demokrasi, devlet gücünü hiçbir zaman olmadığı kadar artırmıştır. ‘’Vergilendirme gücü, etik olarak kabul edilemez. Gerçekten de, vergilendirme gücüyle donatılmış nihai karar alma tekelcisi, sadece daha az ve daha düşük kaliteli adalet üretmekle kalmaz, aynı zamanda adaletsizlik ve saldırganlık gibi giderek daha fazla ‘kötü hizmet’ üretecektir. Bu nedenle, monarşi ve demokrasi arasındaki seçim, iki kusurlu sosyal düzen arasındaki seçimle ilgilidir’’ (Hoppe, 2007, s.22). Gerçekten de devlet tekel olarak faydasız hizmetler verse de her devlet şekli aynı derecede kötü sonuçlar üretmez. Yukarıda da bahsettiğim gibi mutlak monarşi, devlet yönetimini özel mülkiyete sokacağından, demokrasiye göre daha tercih edilebilir bir yönetim şeklidir. O halde şunu söyleyebiliriz ki krallar kötüydü, politikacılarsa daha kötü.


Kaynakça

Bastiat, F.(2017). Hukuk. Ankara: Liberte

Ekinci, E.(2019). Osmanlı Hukuku. İstanbul: Arı Sanat Yayınevi

Gözler, K.(2018). Kısa Anayasa Hukuku. Bursa: Ekin

Hoppe, H. (2007) ‘’Democracy the God Have Failed’’ Erişim Tarihi: 30 Mart 2021, https://portalconservador.com/livros/Hans-Hermann-Hoppe-Democracy-The-God-That-Failed.pdf

Hoppe, H.(2016). Sosyalizm ve Kapitalizm Bir Teori. İstanbul: Liber Plus

Kalkan, B.(2016). Frederic Bastiat’ın Siyaset ve Devlet Anlayışı. Ankara: Liberte

Mises, L.(2008). İnsan Eylemi. Ankara: Liberte

Norbeg, J.(2019). Küresel Kapitalizmi Savunmak. Ankara: Liberte

Rothbard, M.(2009). İnsan İktisat ve Devlet. Ankara: Liberte

Rothbard, M.(2012). Ekonomiyi Anlamak. İstanbul: Liberte

Rothbard, M.(2019). Eşitlikçilik Doğaya Karşı İsyan. İstanbul: Liberus

43 görüntüleme0 yorum

İlgili Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page